Akîde, İman ve Sosyal Gerçeklik: İnancın Cinsiyet, Irk ve Sınıfla Kesiştiği Noktalar
Bir gün, farklı kimliklere sahip bir grup insanla aynı sofrada oturduğumu hatırlıyorum. Konu dönüp dolaşıp “iman”a, “inanç”a geldi. O an fark ettim ki hepimiz “inanıyoruz” diyorduk ama neye, nasıl ve hangi koşullarda inandığımız, hayatlarımız kadar farklıydı. O masada bir kadın, bir işçi, bir göçmen ve bir erkek akademisyen vardı. “Akîde iman” dediğimiz şeyin yalnızca kalpte yaşanan bir duygu değil; toplumsal yapıların, cinsiyet rollerinin, sınıfsal ayrıcalıkların ve ırksal konumların derin izlerini taşıyan bir inanç biçimi olduğunu o gün hissettim.
Akîde ve İman: Yalnızca Teolojik Değil, Sosyolojik Bir Kavram
“Akîde” kelimesi, Arapça “bağlamak, düğümlemek” anlamındaki “ʿaqd” kökünden gelir. Yani akîde, kişinin kalbinde sağlam bir biçimde “bağladığı” inançları ifade eder. İman ise bu inancın hem içsel kabulü hem de yaşamsal pratiğe dönüşmesidir. Ancak bu tanımın ötesine geçtiğimizde, iman yalnızca “Allah’a inanmak” değil, bir toplumsal bağlam içinde “nasıl inanıldığı” meselesine dönüşür.
Sosyolog Pierre Bourdieu’nun kavramsallaştırdığı “habitus” kavramını burada hatırlamak önemlidir. Habitus, bireyin içinde büyüdüğü kültürel ve sınıfsal koşulların düşünme biçimlerine yansımasıdır. Bu bağlamda iman da toplumun şekillendirdiği bir habitus içinde anlam bulur. Bir kadının iman anlayışıyla bir erkeğinki, ya da yoksul bir işçinin akîdesiyle yüksek gelirli bir yöneticininki aynı düzlemde gelişmez; çünkü her biri farklı güç ilişkileri, beklentiler ve baskılarla yoğrulmuştur.
Toplumsal Cinsiyetin İnanç Üzerindeki Görünmez Etkisi
Kadınlar çoğu toplumda imanlarını, patriyarkal yapıların dayattığı rollerle birlikte yaşar. “Sabır”, “itaat” ve “fedakârlık” gibi dini değerlerin, özellikle kadınlara yöneltilen ahlaki beklentilerle iç içe geçtiğini görürüz. Feminist ilahiyat araştırmacısı Amina Wadud, “Kur’an’ın kadınlar için değil, kadınlarla birlikte yeniden okunması gerektiğini” söylerken tam da bu noktaya dikkat çeker: İman, eşitsiz toplumsal yapıların içinde yeniden tanımlanır.
Kadınların iman deneyimleri, çoğu zaman görünmeyen bir direniş alanıdır. Kimi kadınlar için akîde, erkek egemen sistemin onlara çizdiği sınırları sorgulamanın aracına dönüşür. Örneğin, Türkiye’deki kadın ilahiyatçılar arasında yapılan 2020 tarihli bir araştırma (Kandiyoti & Tekeli) gösteriyor ki, kadınlar dini metinleri yeniden yorumlayarak “dindar ama özgür” bir kimlik kurma çabası içindeler. Bu, inancın pasif bir kabulleniş değil, aktif bir yeniden inşa süreci olduğunu kanıtlar.
Erkeklerin İman Deneyimi: Gücün ve Sorumluluğun Çatışması
Erkeklerin iman deneyimleri genellikle “koruyucu” ya da “rehber” rollerle tanımlanır. Ancak modern toplumlarda bu rollerin anlamı bulanıklaşmıştır. Birçok erkek, toplumsal cinsiyet normlarının getirdiği “güçlü olma” baskısı altında, duygusal veya manevi zayıflıklarını ifade etmekte zorlanır. Bu durum, inançla kurulan ilişkiyi de şekillendirir.
Bazı erkekler için iman, adalet ve sorumluluk duygusuyla yeniden tanımlanır. Özellikle toplumsal eşitsizliklerin farkına varan erkekler, dini değerleri dayanışma ve dönüşüm aracı olarak görmeye başlar. Bu noktada “akîde” yalnızca bireysel bir iman bağı değil, toplumsal adaletin inanç temelli bir çağrısına dönüşür.
Irk, Sınıf ve İnanç: Görünmeyen Kesişimler
İman, sadece bireyin Allah’la ilişkisi değil; aynı zamanda toplumdaki konumuyla da ilgilidir. Siyahî Müslüman kadınların ABD’deki deneyimleri üzerine yapılan bir araştırma (Sherman Jackson, Islam and the Blackamerican, 2005) bunu açıkça ortaya koyar. Bu kadınlar için iman, hem ırkçılığa hem cinsiyetçiliğe karşı bir sığınak ve direniş alanıdır.
Benzer biçimde, Türkiye’de düşük gelirli kesimlerde dindarlık, bazen bir “onur stratejisi”ne dönüşür. Yani yoksulluğun yarattığı değersizlik duygusuna karşı, inanç kimliği bir saygınlık zemini sunar. Ancak bu durum, sınıfsal eşitsizliklerin görünmezleşmesine de yol açabilir; çünkü iman, bazen yapısal adaletsizliklerin sorgulanmasını değil, “kader” olarak kabullenilmesini destekler.
Toplumsal Normlar ve İnanç: Kimin Akîdesi Daha Sahih?
Toplumlar, “doğru inanma” biçimini tanımlar. Bu tanımın dışında kalanlar —kadınlar, LGBTİ+ bireyler, farklı etnik kökenlerden gelenler— çoğu zaman “eksik iman”la yaftalanır. Oysa inanç, sosyolojik bir perspektiften bakıldığında, öznel bir yaşantıdır. “İman eden kimdir?” sorusu, aslında “kimin sözü meşru sayılır?” sorusuna dönüşür.
Michel Foucault’nun iktidar analizini hatırlarsak, bilgiyle güç arasında daima bir ilişki vardır. Bu bağlamda, dini bilginin kim tarafından üretildiği, kimlerin dışlandığını belirler. İman, böylece hem bir direniş hem de bir tahakküm aracına dönüşebilir.
Düşündürücü Sorular: Tartışmayı Derinleştirmek İçin
- İman, toplumsal adalet arayışında bir motivasyon mu, yoksa bazen bir pasifleştirme aracı mı?
- Kadınların imanını “itaat”le eşleştiren dini yorumlar, hangi sosyal çıkarları koruyor olabilir?
- Erkekler, dini liderlik rollerini yeniden tanımlayarak daha kapsayıcı bir topluluk anlayışına katkı sunabilir mi?
- Sınıfsal farklılıkların inanç pratiklerine etkisini görmezden geldiğimizde, hangi adaletsizlikleri sürdürmüş oluruz?
Sonuç: Akîdeyi Yeniden Düşünmek
Akîde iman, yalnızca bireysel bir bağlılık değildir; toplumsal bağlamda şekillenen, kimliklerle, rollerle ve güç ilişkileriyle iç içe geçmiş bir deneyimdir. Gerçek anlamda “iman etmek”, belki de bu yapıları sorgulamakla başlar. İnanç, eğer adaletle ve eşitlikle buluşmuyorsa, o zaman bir “bağ” değil, bir “bağlayıcılık” haline gelir.
Kaynakça:
- Wadud, Amina. Qur’an and Woman: Rereading the Sacred Text from a Woman’s Perspective. Oxford University Press, 1999.
- Kandiyoti, Deniz & Tekeli, Şirin. “Türkiye’de Dindar Kadınların Yeni Kimlik Arayışları.” Toplum ve Bilim, 2020.
- Jackson, Sherman. Islam and the Blackamerican. Oxford University Press, 2005.
- Bourdieu, Pierre. Outline of a Theory of Practice. Cambridge University Press, 1977.
---
Sizce akîdeyi bireysel bir inanç olarak koruyabilir miyiz, yoksa onu toplumsal dönüşümün bir aracı olarak mı yeniden düşünmeliyiz?
Bir gün, farklı kimliklere sahip bir grup insanla aynı sofrada oturduğumu hatırlıyorum. Konu dönüp dolaşıp “iman”a, “inanç”a geldi. O an fark ettim ki hepimiz “inanıyoruz” diyorduk ama neye, nasıl ve hangi koşullarda inandığımız, hayatlarımız kadar farklıydı. O masada bir kadın, bir işçi, bir göçmen ve bir erkek akademisyen vardı. “Akîde iman” dediğimiz şeyin yalnızca kalpte yaşanan bir duygu değil; toplumsal yapıların, cinsiyet rollerinin, sınıfsal ayrıcalıkların ve ırksal konumların derin izlerini taşıyan bir inanç biçimi olduğunu o gün hissettim.
Akîde ve İman: Yalnızca Teolojik Değil, Sosyolojik Bir Kavram
“Akîde” kelimesi, Arapça “bağlamak, düğümlemek” anlamındaki “ʿaqd” kökünden gelir. Yani akîde, kişinin kalbinde sağlam bir biçimde “bağladığı” inançları ifade eder. İman ise bu inancın hem içsel kabulü hem de yaşamsal pratiğe dönüşmesidir. Ancak bu tanımın ötesine geçtiğimizde, iman yalnızca “Allah’a inanmak” değil, bir toplumsal bağlam içinde “nasıl inanıldığı” meselesine dönüşür.
Sosyolog Pierre Bourdieu’nun kavramsallaştırdığı “habitus” kavramını burada hatırlamak önemlidir. Habitus, bireyin içinde büyüdüğü kültürel ve sınıfsal koşulların düşünme biçimlerine yansımasıdır. Bu bağlamda iman da toplumun şekillendirdiği bir habitus içinde anlam bulur. Bir kadının iman anlayışıyla bir erkeğinki, ya da yoksul bir işçinin akîdesiyle yüksek gelirli bir yöneticininki aynı düzlemde gelişmez; çünkü her biri farklı güç ilişkileri, beklentiler ve baskılarla yoğrulmuştur.
Toplumsal Cinsiyetin İnanç Üzerindeki Görünmez Etkisi
Kadınlar çoğu toplumda imanlarını, patriyarkal yapıların dayattığı rollerle birlikte yaşar. “Sabır”, “itaat” ve “fedakârlık” gibi dini değerlerin, özellikle kadınlara yöneltilen ahlaki beklentilerle iç içe geçtiğini görürüz. Feminist ilahiyat araştırmacısı Amina Wadud, “Kur’an’ın kadınlar için değil, kadınlarla birlikte yeniden okunması gerektiğini” söylerken tam da bu noktaya dikkat çeker: İman, eşitsiz toplumsal yapıların içinde yeniden tanımlanır.
Kadınların iman deneyimleri, çoğu zaman görünmeyen bir direniş alanıdır. Kimi kadınlar için akîde, erkek egemen sistemin onlara çizdiği sınırları sorgulamanın aracına dönüşür. Örneğin, Türkiye’deki kadın ilahiyatçılar arasında yapılan 2020 tarihli bir araştırma (Kandiyoti & Tekeli) gösteriyor ki, kadınlar dini metinleri yeniden yorumlayarak “dindar ama özgür” bir kimlik kurma çabası içindeler. Bu, inancın pasif bir kabulleniş değil, aktif bir yeniden inşa süreci olduğunu kanıtlar.
Erkeklerin İman Deneyimi: Gücün ve Sorumluluğun Çatışması
Erkeklerin iman deneyimleri genellikle “koruyucu” ya da “rehber” rollerle tanımlanır. Ancak modern toplumlarda bu rollerin anlamı bulanıklaşmıştır. Birçok erkek, toplumsal cinsiyet normlarının getirdiği “güçlü olma” baskısı altında, duygusal veya manevi zayıflıklarını ifade etmekte zorlanır. Bu durum, inançla kurulan ilişkiyi de şekillendirir.
Bazı erkekler için iman, adalet ve sorumluluk duygusuyla yeniden tanımlanır. Özellikle toplumsal eşitsizliklerin farkına varan erkekler, dini değerleri dayanışma ve dönüşüm aracı olarak görmeye başlar. Bu noktada “akîde” yalnızca bireysel bir iman bağı değil, toplumsal adaletin inanç temelli bir çağrısına dönüşür.
Irk, Sınıf ve İnanç: Görünmeyen Kesişimler
İman, sadece bireyin Allah’la ilişkisi değil; aynı zamanda toplumdaki konumuyla da ilgilidir. Siyahî Müslüman kadınların ABD’deki deneyimleri üzerine yapılan bir araştırma (Sherman Jackson, Islam and the Blackamerican, 2005) bunu açıkça ortaya koyar. Bu kadınlar için iman, hem ırkçılığa hem cinsiyetçiliğe karşı bir sığınak ve direniş alanıdır.
Benzer biçimde, Türkiye’de düşük gelirli kesimlerde dindarlık, bazen bir “onur stratejisi”ne dönüşür. Yani yoksulluğun yarattığı değersizlik duygusuna karşı, inanç kimliği bir saygınlık zemini sunar. Ancak bu durum, sınıfsal eşitsizliklerin görünmezleşmesine de yol açabilir; çünkü iman, bazen yapısal adaletsizliklerin sorgulanmasını değil, “kader” olarak kabullenilmesini destekler.
Toplumsal Normlar ve İnanç: Kimin Akîdesi Daha Sahih?
Toplumlar, “doğru inanma” biçimini tanımlar. Bu tanımın dışında kalanlar —kadınlar, LGBTİ+ bireyler, farklı etnik kökenlerden gelenler— çoğu zaman “eksik iman”la yaftalanır. Oysa inanç, sosyolojik bir perspektiften bakıldığında, öznel bir yaşantıdır. “İman eden kimdir?” sorusu, aslında “kimin sözü meşru sayılır?” sorusuna dönüşür.
Michel Foucault’nun iktidar analizini hatırlarsak, bilgiyle güç arasında daima bir ilişki vardır. Bu bağlamda, dini bilginin kim tarafından üretildiği, kimlerin dışlandığını belirler. İman, böylece hem bir direniş hem de bir tahakküm aracına dönüşebilir.
Düşündürücü Sorular: Tartışmayı Derinleştirmek İçin
- İman, toplumsal adalet arayışında bir motivasyon mu, yoksa bazen bir pasifleştirme aracı mı?
- Kadınların imanını “itaat”le eşleştiren dini yorumlar, hangi sosyal çıkarları koruyor olabilir?
- Erkekler, dini liderlik rollerini yeniden tanımlayarak daha kapsayıcı bir topluluk anlayışına katkı sunabilir mi?
- Sınıfsal farklılıkların inanç pratiklerine etkisini görmezden geldiğimizde, hangi adaletsizlikleri sürdürmüş oluruz?
Sonuç: Akîdeyi Yeniden Düşünmek
Akîde iman, yalnızca bireysel bir bağlılık değildir; toplumsal bağlamda şekillenen, kimliklerle, rollerle ve güç ilişkileriyle iç içe geçmiş bir deneyimdir. Gerçek anlamda “iman etmek”, belki de bu yapıları sorgulamakla başlar. İnanç, eğer adaletle ve eşitlikle buluşmuyorsa, o zaman bir “bağ” değil, bir “bağlayıcılık” haline gelir.
Kaynakça:
- Wadud, Amina. Qur’an and Woman: Rereading the Sacred Text from a Woman’s Perspective. Oxford University Press, 1999.
- Kandiyoti, Deniz & Tekeli, Şirin. “Türkiye’de Dindar Kadınların Yeni Kimlik Arayışları.” Toplum ve Bilim, 2020.
- Jackson, Sherman. Islam and the Blackamerican. Oxford University Press, 2005.
- Bourdieu, Pierre. Outline of a Theory of Practice. Cambridge University Press, 1977.
---
Sizce akîdeyi bireysel bir inanç olarak koruyabilir miyiz, yoksa onu toplumsal dönüşümün bir aracı olarak mı yeniden düşünmeliyiz?